19 Şubat 2016

Ankara, Cizre ve Meksika Soslu Tavuk

Öğlen yemeğe oturdum, bekliyorum. Televizyonda Hande Yener ile Serdar Ortaç şarkı söylüyorlar, “İki deli bir araya gelmemeliydik, belki de bu kadar sevmemeliydik”...

Daha dün Ankara’nın göbeğinde, onlarca askeri servis aracının ortasında bomba patlatıldı. Şu anda bilebildiğimiz kadarıyla 28 ölü var, kaç kişinin kolu bacağı koptu, kaç kişi kör ya da sağır kaldı ölünün yanında lafı edilmez hiç.

Beklerken internette köşe yazıları arasında geziniyorum, Cizre’den bildiriyor birisi. Binaların bodrum katında yaralıların olduğunu, dışarı çıktıkları anda keskin nişancılar tarafından vurulduklarını söylüyor. 16 yaşındaki bir çocuk, Abdullah Gün, teslim olmak için çıktığında vurulmuş.

Bu yazarın iddia ettiğine göre günlerdir gündemi meşgul eden şu bodrumdaki yaralıları alamayan ambulans konusunda, alay eder gibi 600m kadar mesafeye yanaşıp, “gelin, tüm sağlık imkanlarınız sağlandı” diyorlarmış. Çıkanın vurulduğu, içerideki ağır yaralıların zaten kalkıp gelemeyeceğini bile bile.

Bodrumdan, artık nasıl haberleşiyorlarsa, bildiren bir adam, “yanımda 13 yaşında, ağır yaralı bir kız çocuğu var, baba beni bırakma diyor, kahroluyorum” diyor telefonda.

13 yaşında terörist mi olur?

Berkin Elvan gibidir herhalde, cebinde metal bilye taşıyor olabilir.

Ben Meksika soslu tavuk butumu bekliyorum, servis biraz yavaş. Okudukça içim burkuluyor. Şarkı da ağzıma takıldı, kurtulamıyorum, “iki deli bir araya gelmemeliydik, belki de bu kadar sevmemeliydik, iyi kötü atıyordu kalp, işi biliyordu, dinlemeliydik...”

Ankara’da onca kişiyi öldüren canlı bomba birkaç yıl önce mülteci olarak ülkemize sığınmış. Kimbilir kaç teröristi kamplarda ağırladık, kendi ellerimizle besledik? İnsan düşünmeden edemiyor. Sonra Aylan Kurdi’nin fotoğrafı geliyor gözlerimin önüne. Bu gece Ankara’ya gideceğiz, araba kullanacağım, bir yaşında oğlum var benim, akşam iş çıkışında biraz uyumam lazım, uykumu almalıyım.

Yazarın söylediğine göre güvenlik güçleri, bodrumdaki yaralıları yakarak öldürmüş. 11 Şubat tarihinde hastaneye 31 yanık ceset götürülmüş, cesetlerin bir kısmı paramparçaymış.

Sonunda Meksika soslu tavuğum geldi. Aman allahım! Bu ne acı bir şey! Resmen kavruluyorum.

Başbakan televizyonlarda “Cizre sokakları emniyet ve huzura kavuştu” diyor. Internetteki yazara göre devlet tarafından sürülmüş, hükümete göre PKK’ya destek olmamak için evlerini terketmiş insanlar, tüm maddi kayıpları karşılanacakmış.

Yazar “Silahlı Çatışmanın Sürdüğü İllerde Çocukların Durumu” isimli bir rapordan bahsediyor. 26 Temmuz – 31 Aralık tarihleri arasında “o bölgede” en büyüğü 18 yaşında olan en az 58 çocuk hayatını kaybetmiş. Birleşmiş Milletler anlaşması gereği devlet, silahlı çatışmalardan etkilenen çocuklara koruma ve bakım sağlamak zorunda imiş.

Düşünüyorum, buradan, sahiden de tam Cihangir’de oturup viskisini yudumlayan adam pozisyonundan bakınca “devlet ne yapsın?” diye düşünüyor insan. Terörist halkın arasına sızmış. Bir şekilde savaşıyorsun, kurunun yanında yaş da yanıyor.

Ankara meydanında yandığı gibi, Cizre’de bir bodrum katında yandığı gibi. Yanıyor.

Peki ben üzülüyor muyum? Sahiden bilemiyorum. İşe dönmem, bir rapor yetiştirmem lazım. Çok önemli.

En son 17 Ağustos depreminde hissetmiştim bu duyguyu. Bizim için en sağlam referans noktası “yer”dir. Biz hareket ederiz. Yer sabittir. Depremde, yaşamımı üzerine kurduğum o yerin ayaklarımın altından oynadığını hissedince boşluğa düşer gibi olmuştum. Şimdi buradan Cizre’ye doğru bakınca aynı düşüşü hissediyorum. İnsan bir yere bakınca bir şey görür değil mi? Gerçeği görür. En temel referans noktamızdır bu gerçek.

Ben Cizre’ye doğru bakıyorum ve hiç bir şey göremiyorum. İki farklı kaynak aynı olayı bambaşka şekilde sunuyor bana. Hangisine inanayım?

Yemeğim bitti. Ağzım yanıyor. Tam şu anda ülkemin bir yerlerinde bir asker yola döşenen bombayla havaya uçmuş olabilir. Başka bir yerde 13 yaşında bir çocuk bodrum katına hapsolmuş, bina üzerine yıkılmış olabilir.


Ateş düştüğü yeri yakıyor. Benimse çok işim var. Çok acelem var.

26 Haziran 2015

Niyet Ölçer

Ne tekerlek, ne zamanda yolculuk, ne de ışınlanma. Bence insanlığın kaderini en köklü biçimde değiştirecek icat, “niyet ölçer” olacak.

Niyet bir kez ölçülmeye görsün, kişiliklerimizde geri dönülmez bir değişim yaşayacağız, pek çok komplo teorisyeni kendisini boşlukta bulacak. O gün sahiden bambaşka bir dünyaya uyanacağız.

Bir süredir kafamı kurcalıyor bu icat. Önce Gençlerbirliği kalecisi, Galatasaray maçında kurtarabileceği bir şutu kurtaramadı. Bütün Fenerbahçeliler elini bilerek çektiğini söylediler. Zaten maçtan önce de kulüp başkanı “artık iddiamız kalmadı, maç kazanamıyoruz” filan demişti. Herkes fütursuzca o kalecinin ruhuna girdi, ne düşündüğünü, neden düşündüğünü, neyi neden yaptığını biliverdi.

Belki de sadece dünyanın bir yerinde bir kelebek kanat çırpmıştı, o kadar basitti.

Bazen pipo, sadece pipoydu.

Ama hayır, herkesin elinde, kendince bir niyet ölçer, ölçtükçe ölçüyorduk. Yeni bir şey de değildi bu durum, birkaç yıl önce mesela, AKP iktidara gelmişti. Bazı şeyler yapıyorlardı, bir kesim insan ise ne yapıldığıyla değil, bunların kimbilir ne kötü niyetlerle, ne gizli ajandalarla yapıldığının peşindeydi. Evet, belki icraatları fena değildi bu AKP’nin, ama yine de uzak durmalıydı, çünkü niyetleri kötüydü.

Niyet ölçerlerimiz iş başındaydı yine.

Devran ise durduğu yerde asla durmayıp dönüyordu, dönüyordu. Çember bir gün Gezi Parkı’nın üzerinden geçti. Bu sefer niyet ölçme sırası AKP’deydi. Hayır, buradaki insanların derdi en temel protesto haklarını kullanmak filan değildi, filancanın falancanın güdümündeydiler. “Üç beş ağaç” diye konuşup resmen ihtilal yapacaklardı. Şu “Eyyyy CNN” de işin medya ayağıydı.

Pipo, bazen sadece pipoydu da... Acaba biz ona bakınca başka bir şey mi görüyorduk? Heisenberg’in belirsizlik ilkesi gündelik yaşamımıza da mı burnunu sokuyordu ne?

Sonra Survivor’da Hakan’ın takımı ikinci dokunulmazlık oyununu da kaybetti. Hakan ancak bu şekilde Doğukan’ı eleme şansını ele geçirecekti. Evet! Kesinlikle bilerek kaybetmişti Hakan. Tüm işaretler bunu gösteriyordu ve niyet ölçerlerimizin göstergesi aletin kenarlarına çarpmaya başlamıştı. Şevkle linç ediyorduk Hakan’ı.

Zaten linç etmekten pek hoşlanan bir toplumduk.

Benim uzun yıllar boyunca bu niyet ölçme takıntısına karşı tavrım “ne olduğuyla değil, neden olduğuyla ilgilenmek saçmalıktır” şeklindeydi. Ama ne zaman ki bu işe kafa yormaya başladım, ufaktan ufaktan bir “yoksa??” içimi kemirir oldu.

Hepimizin geçmişi “şu kız/erkek bana bakıp gülümsedi, kesin benden hoşlanıyor”, “iki gündür aramıyor, mutlaka benden hoşlanmayı bıraktı” tarzı muhabbetlerle doludur. O zamanlar kimseyi karşısındakinin niyetini ölçtüğü için eleştirmeyen ben, neden şimdi bunun yanlış olduğunu düşünmeye başlamıştım ki?

O sıralar seçim zamanıydı. Cumhurbaşkanımız meydanlarda gezip adını vermediği bir parti için oy isterken niyetinin ne olduğunu çok iyi bildiğimi düşündüm! Her şey apaçıktı ve benim niyet ölçerim kesinlikle doğruyu gösteriyordu.

Gençlerbirliği kalecisinin elini çekmesi ile bunu karşılaştırmanın haksızlık olduğunu kabul ediyorum. Herhalde 100 kişiye sorsak 99’u benimle aynı fikirde olur.

Yani realite, 100 kişinin 99’unun aynı şeyi söylemesiyle mi oluşuyor? Niyet ölçmek ne zaman haksızlık, hangi noktadan sonra doğal hakkımız oluyor?

Hangi noktadan sonra gerçeğe ulaşmış oluyoruz? Ya da belki hiç bir zaman gerçeğe ulaşamıyor, sadece biraz daha yakınsamış oluyoruz?

Heisenberg... Heisenberg...

Acaba “realite” tek olmayabilir mi? Madem ki bir gözlemci işin içine girdiğinde parçacık bazen dalga olarak görünebiliyor, acaba pipo, biz ona baktığımız andan itibaren artık sadece pipo değil mi? Yaptıklarımız, sadece bizim eylemimiz olmayıp bunu gözlemleyenlerle birlikte bir bütün mü?

Benim dalga olarak gördüğüm şeyi bir başkası parçacık olarak görüyor ve ikimiz de haklı olabiliyorsak Gençlerbirliği kalecisi bir Fenerbahçe taraftarı için elini bilerek uzatmamış, bir Galatasaray taraftarı içinse sadece hatalı gol yemiş olamaz mı?

Hakan kendince maçı bilerek kaybetmiş olmasa da, bundan canı yanan birisinin gözüyle bakınca bilerek kaybetmiş olabilir mi?

Pipo bazen kedi mi?!

İşte insanlığı bekleyen en büyük icat, niyet ölçer, bütün bu gerçekliği değiştirecek. Artık bir olayı görmek için gözlemci olmamız gerekmeyecek. Çünkü biz “bakmasak” da karşımızdakinin niyetini bize söyleyen bir cihaz olacak elimizde. O küçük zerreciğin tam da şu anda parçacık mı dalga mı olduğunu sahiden bilebileceğim.

Günlük hayatımızda ne çok zamanı karşımızdakinin niyetini anlamakla ve kendimizi korumak için tedbirler üretmekle geçirdiğimizi düşünürsek, niyet ölçerin bizi nasıl bambaşka bir dünyaya götüreceğini çok iyi anlayabiliriz. Bu icat öyle bir zincirleme reaksiyon oluşturacak ki, ne savaşmak için geçerli bir sebep kalacak artık, ne de sıradan yaşamlarımızdaki sürekli belirsizliğin heyecanı.

Ve belki bir süre sonra niyet ölçerin de aslında bir gözlemci olduğunu farkedeceğiz...

Tanrıyı ararken belki de bulacağımız; kendi tanrısını arayan bir tanrı olacak.

12 Haziran 2013

Taksim, Tahrir Değil

Gezi parkı direnişinin gerçek bir zaferle sonuçlanabilmesi için direnişçilerin parkı boşaltması suretiyle bitmesi gerektiğini düşünüyorum.

Eylemcilerin bu düşünceye karşılık verecekleri ilk tepki hiç kuşkusuz "bu kadar gündür yaşadıklarımız boşa mı gitsin?" olacak. Oysa tam tersi, esas bugüne kadar yaşananların boşa gitmemesi için eylemin sonlandırılması, hem de polisin işgali ile değil, özgür iradeyle sonlandırılması gerekiyor.

Gezi parkı eylemi, çevreci grupların bir eylemi olarak başladı, ancak başbakanın diktatörvari tutumu nedeniyle çok kısa bir süre içinde hükümete, daha doğrusu Erdoğan'a karşı, ülke çapında toplu bir eyleme dönüştü. Üstelik bu dönüşümde şu adı bolca telaffuz edilen provakatörlerin hiç rolü de olmadı.

Daha sonrasındaki on küsur gün boyunca toplum olarak hem Gezi Parkı'nda ezilen, hakkı yenen insanlara destek olmak için, hem de başbakana "artık bu tavırlarını yumuşat" diyebilmek için tepkimizi ortaya koyduk. Ancak biz "yumuşak üslup" dedikçe başbakan daha sert konuşmaya, "uzlaşı" dedikçe polisi daha acımasızca insanların üzerine salmaya başladı.

Bu yaşananlarla hepimiz tarihe tanıklık ettik.

Bence artık mesaj alınmıştır! Hayır, başbakanın mesajı aldığını değil, bizim mesajı aldığımızı kastediyorum. Bu iktidar süresince neyin düzeleceğini neyin ise asla düzelmeyeceğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bundan sonra yapmamız gereken, öncelikle Gezi Parkı'nda yaşadığımız polis vahşetini gücümüz yettiğince yargıya yansıtmak ve bir sonraki seçime kadar yaşanacak her haksızlığı, demokratik ve şiddete yol açmayacak yöntemlerle eleştirmek, tepkimizi ortaya koymaktır.

Polisin aşırı güç kullanarak Gezi Parkı'na girebileceğini herhalde hepimiz biliyoruz. Ve orada yeni bir vahşet sergilemeleri de hiç kimseyi şaşırtmayacak. Bu olaylar karşısında parktaki aktivist gençlerin de "gel bizi döv, öldür" diye oturup bekleyemeyeceklerini tahmin etmek zor değil. Bu sırada hiç kuşku yok ki polise karşı şiddet uygulanacaktır. (Haklı ya da haksız olmaları bu noktada önemli değil.) Bir adım sonrası ya halk olarak toplanıp polise karşı silahlı çatışmaya girmek, ya da oradaki gençleri kaderlerine bırakmak olacak. Her iki durum da bizlere bir şey kazandırmayacak.

Ancak daha kötüsü, Gezi'ye aşırı güç uygulayarak girmek yerine, şu anda yapıldığı gibi "bak biz ne kadar demokratiğiz, uzlaşı arıyoruz, sen bize taş atıyorsun, kamu malını yıkıyorsun" diyerek eylemcileri halk gözünde küçük düşürme operasyonu. Gezi Parkı eylemi tek bir ideolojiye bağlı insanlardan oluşmuyor ki, orada her kesimden insan var ve yanıbaşında gaz bombası atılırken parktaki çadırında gaz maskesini takıp oturan olduğu gibi bunu bir savaş olarak görüp karşılık vermeyi doğru bulan da var.

Sonuçta bu iş uzadıkça ister istemez bir kesim insan "ee devlet de ne yapsaydı? Şehrin ortasının işgal edilmesine izin mi verseydi?" diyecektir.

Bu yaşanan ve yaşanacakların halk gözünde eylemin haklılığına gölge düşüreceğinden ve böylece bir sonraki seçimde bugün yaşadıklarımızı "yeteri kadar" hatırlayamayacağımızdan endişe ediyorum.

Eylem bugün sona ererse bir sonraki seçim gününde eyleme dair çok canlı ve olumlu anılar taşıyacağız, polis eliyle sona erdirilmesi durumunda ise bu süreç içinde yaşanacak tüm çirkinlikler hafızalarımızdaki bu olumlu düşünceleri zayıflatacak.

Kazanmak için, bugün kaybetmek gerekiyor.

6 Haziran 2013

Tay-yip is-ti-fa!

Biraz önce saat 21:00 oldu ve ben de tüm mahalleliyle birlikte tencereye tavaya vurmaya başladım. Geçen gün aldığımız sahan, altındaki çıkıntılar sayesinde çok güzel ses çıkartıyor, büyük bir çatalı dairesel hareketlerle döndürerek epey ritmli bir gürültü çıkarabiliyorum, arada çatalın ucu parmaklarıma batıyor ve canım acıyor ama feda olsun, evet Gezi Parkı'ndakiler gibi, Ankara'dakiler gibi biber gazı yemiyorum belki ama işte burada ben de kendimce bir eylem içerisindeyim. İki gün önce de başım deli gibi ağrıyor olmasına rağmen gürültüye katılmaktan geri kalmamıştım.

Ne kadar fedakar bir insan olduğumu düşünüp gözlerimin dolduğu sırada başka şeyler üzerinde kafa yormak için de boş vaktim oldu.

Gezi Parkı eylemlerine, şu ya da bu şekilde katılmış olan bizler, ne istiyorduk?

İtiraf etmeliyim ki benim o parkta kesilen birkaç ağaçla pek bir alakam yok, AKM de zaten çirkin bir bina, yıkılacaksa yıkılsın ve yerine yenisi yapılsın.

Ayrıca başbakanın zorla evde tuttuğu %50'den biri olmasam da, sonuçta ilk seçimde AKP'ye oy vermiş, üstelik aradan geçen on küsur sene içinde de bu oydan pişmanlık duymamış birisiyim.

Ağaçların derdinde değilim, AKP'den nefret etmiyorum, gizli bir ajandaları filan olduğuna da inanmıyorum. Ama elimde bir sahan, koca çatalla vurarak mahallenin gürültüsüne ortak olmaya çalışıyorum, kendi çapımda şu büyük illet twitter ve facebook alemlerinde gezip mesajlar yazıyorum. Peki benim derdim ne?

Ne istiyorum "ben"?

Biraz düşününce ilk olarak ne istediğimi değil, ama neden rahatsız olduğumu dile getirebiliyorum. Çok açıkça başbakanın dediğim dedik tavırlarından, Fatih Terim gibi önüne gelen basın mensubunu azarlamasından, kaç çocuk yapacağımıza karışmasından, hangi dizinin seyredilip hangisinin seyredilmeyeceğiyle uğraşmasından rahatsızım. Ve son dönemde öylesine üst üste şeyler oldu ki, adeta başbakanın "bu salaklar nasıl olsa hiç bir şeye ses çıkarmıyorlar, ben geçirdikçe geçireyim, artık ağzıma ne gelirse, aklıma ne gelirse pata küte söyleyeyim" diye hissettiğini düşünmeye başladım.

Bardak dediğin de bir yere kadar su alabiliyor. Benim bardağım, sanırım pek çoğumuzunki gibi, Gezi Park'ındaki bir barışçıl eyleme yapılan hain polis saldırısıyla tamamen doldu. Henüz taşmamıştı, ama başbakan ertesi gün çıkıp da biber gazını, tazyikli suyu, copu, dayağı yemiş gençlere "çapulcu" deyince, "siz bir tarafınızı yırtsanız da biz oraya kışlayı da yapacağız, AKM'yi de yıkacağız, camiyi de yapacağız" şeklinde gürleyince taştı.

Aslında "biz" bile diyesi yoktu, tamamen "ben yapacağım" havasındaydı ya, neyse o kadar derine gitmeyelim.

Böylece bu halk sokaklara döküldü. Polis saçmalamaya devam edince daha da fazlamız döküldük. Benim tek derdim vardı, başbakan bu yaşananlar için halktan özür dilesin ve bundan sonraki dönemde bu diktatörvari tutumundan vazgeçsin.

Ben bu motivasyonla eylemin bir parçasına dahil olmuşken, hiç kuşkusuz sokaklardaki onbinlerin farklı farklı düşünceleri vardı. Birbirinden bu kadar değişik insanlar bir araya gelmiş ne istiyorlardı peki?

Ne istiyorduk "biz"?

Gezi Parkı'ndaki ağaçlar kesilmesin.

AKM yıkılmasın.

AKP yaşamımıza müdahale etmesin.

Emniyet Müdürü görevinden alınsın.

Biber gazı kullanımı yasaklansın.

Ve kimbilir daha neler.

Böyle bir halk karışımının tek bir talep dile getirmesi beklenemez. F Tipi cezaevlerindeki koşulların iyileştirmesi için açlık grevi yapan mahkumların ne talep ettikleri belliydi.

Onca yıl boyunca şiddete karşı duruşuyla bir bağımsızlık zaferi kazanmış olan Gandhi'nin, kendi halkı savaşa tutuştuğunda açlık grevi yaparken ne talep ettiği belliydi.

Ama Gezi Parkı eylemcileri olarak bizim ne talep ettiğimiz belli değil. Gezi Parkı eylemi artık Gezi Parkı'nı savunmaktan öte bir noktada, hatta bence çoğunluk için Gezi Parkı'ndan çok daha farklı bir yerde. Biz sadece "yeter artık, abarttın, artık yapma" diyoruz sanki. Kesişim noktamız bu.

Ve bu durum tek bir şekilde topluca dile getirilebilir: "Tay-yip is-ti-fa!".

Takım kötü gittiğinde taraftar "yönetim istifa" diye bağırır. Bu kadar basittir, detaya girilmez. Burada aslında istenen istifa etmeleri değil, kötü giden şeyleri düzeltmeleridir. Ya ne yapsın seyirci? Hep bir ağızdan "Hasan sen sol beğe geç, Murat sen yedek soyun, Hüseyin daha fazla koş, başkan maaşları düşür" diye tezahürat yapacak hali yoktur ki. Seyirci tek bir şeyi hep bir ağızdan söyleyebilir: "yönetim istifa!". Bu, "gidişattan memnun değilim, acilen düzelt!" demektir.

İşte böylece biz hep bir ağızdan "Tay-yip is-ti-fa!" dedik. İçimizde sahiden bunu isteyen de var, başka şeyler isteyenler de var. Hemen hemen hiç birimiz resmi bir toplantıda bu ülkenin başbakanına, yüzüne karşı "Tayyip" diyecek kadar terbiyesiz değiliz, ama biz toplumuz, biz taraftarız. Takım kötü gidiyor, takım istediğimiz gibi oynamıyor, antrenör kafasının dikine gidiyor. Lafı uzatamayız, hep birlikte ayağa kalkarız ve bağırırız: "yönetim istifa!".

Tencereye tavaya vururken işte bunu keşfettim. Gezi Parkı eylemcileri ne mi istiyor? Çok basit: "Tay-yip is-ti-fa!". İşte "bu"nu istiyor.

Eğer bu kötü gidişatın değişeceğine dair ufacık bir ümit belirirse bir kısmımız arkadaşlarımızı satıp evlerimize döneceğiz, ümit büyürse daha fazlamız. Ama Gezi Parkı eylemi, bu toplumun böylesine büyük bir katılımla gerçekleştirdiği belki de ilk eylem. Bu bir milat, yarın işler bir kez daha kötü giderse bu sefer daha da güçlü bağıracağız: "Tay-yip is-ti-fa!" diye.

Dün böyle bağırmayı bilmiyorduk. Başbakan da bizi dinlemeyi bilmiyordu.

Artık biz bağırmayı öğrendik, elbette başbakan da bizi dinlemeyi öğrenene kadar bağırmaya devam edeceğiz:

"Tay-yip is-ti-fa!".

29 Mayıs 2013

Ne olduğunu bilmediğimiz alkol yasakları

Trafik yoğun, yolum uzun. Radyoda bir program dinliyorum, herkesin dilinden düşmeyen alkol düzenlemesi, ya da yasakları konuşuluyor.

Ben dinledikçe bunalıyorum. Tamam hadi gündelik olaylara insanların farklı farklı açılardan bakıp bambaşka şeyler gördüğünü biliriz de burada öyle yoruma açık bir mesele yok ki, bir kanun tasarısı sunulmuş meclise, AKP yine büyük ihtimalle tek başına kabul etmiş, yasayı (ya da yasağı) geçirmişler. Sonra herkes ayaklanmış. “Çok yakında İran olacağız”, “yaşam şeklimize müdahale ediliyor”...

Bildik durumlar yani.

Sonuçta bunlar kanun maddeleri, meclis tutanaklarından, resmi belgelerden filan ulaşabiliriz bunlara. Ama biz vatandaşlardan meclis tutanaklarını okuması beklenmez ki. Biz gerçek(!)leri medyadan öğreniriz. Bizim yerimize gazeteciler araştırma yapar, bize olan biteni yazar.

Fakat gazetelerde, televizyonlarda ara ki sahiden ne olup bittiğini bulasın. Gece 10’dan sonra içki satışı yasaklanacakmış. Vay sen misin bunu yumurtlayan, bizim en temel özgürlüklerimiz elimizden alınıyor nidaları yükseliyor. Birileri diyor ki Avrupa’nın pek çok ülkesinde de, Amerika’da yasak bu. Parkta içki içmek de yasak bu ülkelerde.

Doğru mu? Bilmiyorum. Açıkçası bunu araştıracak enerjim de yok. Gazete değil misiniz, yazsanıza. Avrupa’nın 20 ülkesinde sahiden böyle bir yasak var, 30 ülkesinde serbest, bilmem nerede şu kadar engelleme var, şuralarda ise tamamen serbest.

Yazıp bilgilendirsenize bizi. Hayır! Gazeteler ne yapıyor? Kılıçdaroğlu “içkiyi toptan yasaklasaydınız” demiş, Erdoğan “gidin evinizde için” demiş.

Bizim hayatımız magazin.

Radyoda programı dinliyorum, katılımcılardan biri CHP’den. Doktor. “Madem bu yasa gençlerin sağlığıyla ilgili bir yasa, o zaman biz doktorlara da danışılsaydı, bize soran olmadı” diyor. AKP’nin toplum sağlığıyla filan alakası yok, onlar tamamen gizli ajandaları doğrultusunda gidiyorlar, alkolü toptan yasaklamak da bu ajandanın maddelerinden sadece biri. Kendilerinden olmayanı dışlamak için bunları yapıyorlar diyor.

Diğer katılımcı, bu kanun tasarısını hazırlayan komisyondan, AKP temsilcisi. Diyor ki bu yasa bütçe ve planlama ile ilgili ve diğer bir çok madde ile birlikte hazırlandı, bu bir torba yasadır, bunun insanların içki içme özgürlüğü ile filan alakası da yoktur, biz içki satışını, kullanımını bir düzene sokmak için bu maddeleri hazırladık, elbette gençlere alkolün özendirilmesini engelleyecek maddeler de vardı, bunun için sivil toplum örgütleriyle de, alkol satışı yapan firmalarla da görüştük.

Ve başka ne diyor biliyor musunuz?

Bu komisyonda CHP’li, MHP’li, BDP’li arkadaşlarımız da vardı ve biz tamamen fikir birliği içinde bu maddeleri hazırladık. Şimdi neyi tartışıyorsunuz, aklım almıyor diyor.

Benim de aklım almıyor. Ama benim aklımın almadığı şey başka. Yok, onlar haklı bunlar haksız derdinde değilim. Fakat bu kadar aklı başında insan bir araya gelip şu işin aslını bize nasıl olup da anlat(a)mıyorlar? Onu anlamıyorum.

AKP’li vekil bu maddelerin pek çoğu gelişmiş ülkelerden alınmıştır, isteyen araştırsın diyor.

MHP’li vekil araya girip “yabancı ülkelerden örnek mi istiyorsunuz, hay hay, o zaman şuna bakalım, hangi ülkenin başbakanı kendi topraklarında 52 vatandaşı ölmüşken bölgeye değil de Amerika’ya gider, üstüne dönüşünde bu bölgede miting yapar, mitingten bir gün sonra da İstanbul’a dönüp atlı karıncaya biner?” diyor.

Yahu tamam trafik yoğun, yolum da uzun. Ama beni bu denli zırvalıklarla ne hakla bunaltıyorsunuz? Diyelim haklısın kardeşim, tamam bir başbakan böyle yapmamalı.

Ama ne alakası var şimdi yahu? Bunun konumuzla ne alakası var?

Yok. Ama bizim okuduklarımızın, dinlediklerimizin konuyla bir alakası olması da gerekmiyor zaten. Bizim hayatımız magazin.

Öyle bir komisyon düşünün ki, AKP’lisi, CHP’lisi, MHP’lisi, BDP’lisi, hep birlikte bu maddeleri hazırlamışlar. Anlaşmazlığa filan da düşmemişler.

Ama bu konu magazinin önüne atıldığı anda ister istemez CHP’lisi “ne oluyor, neleri yasaklıyorsunuz böyle?” diye bağırmaya başlıyor. O komisyonda sen de vardın be birader, ne oldu birden?

Peki AKP ne yapıyor? Bu komisyonun başkanı “konunun sağlıkla alakası yok, bu bütçe ve planlama ile ilgili” derken başbakan çıkıp “İşte ey halkım! Biz bu yasayla gençlerin sağlığını koruyacağız” diyor. Ve “iki ayyaşın yaptığı kanunu kabul ediyorsunuz da dinimizce yasaklanmış bir şeyi neden kabul etmiyorsunuz?” diye iyice deli saçması bir laf yumurtluyor.

İki ayyaş kim? Bu konunun dinle ne alakası var? Ülkeyi dinle mi yönetiyorsunuz?

One minute sayın başbakan. One minute sayın muhalefet lideri. Siz bizi salak mı sanıyorsunuz? Hadi diyelim %60’ımız salak sahiden, ama geri kalan %40’a yazık değil mi yahu? Böylesine kesin hatlarla belirli bir konuyu bile sulandırıyor, magazine çeviriyorsunuz.

Helal olsun size!

Bu üçüncü ya da arka sayfa muhabbetlerinin arasında bir kanun çıkıyor, bir şeyler yasaklanıyor, bir şeyler değişiyor, bunlar kim bilir nasıl uygulanacak, ne kadarı uygulanacak, kim uygulayacak, biz nasıl öğreneceğiz?

Boşver. Canım sıkılıyor, daha yolum uzun, trafik yoğun. Cenk Erdem’i açıyorum.

İşleri güçleri geyik yapmak olan dört insandan ikisi yıllardır radyo programı yapıyor, bizleri güldürüyor.

Diğer ikisini ifade etmek için ise tek çarem var, o da üç nokta...