Öğlen yemeğe oturdum, bekliyorum. Televizyonda Hande Yener
ile Serdar Ortaç şarkı söylüyorlar, “İki deli bir araya gelmemeliydik, belki de
bu kadar sevmemeliydik”...
Daha dün Ankara’nın göbeğinde, onlarca askeri servis
aracının ortasında bomba patlatıldı. Şu anda bilebildiğimiz kadarıyla 28 ölü
var, kaç kişinin kolu bacağı koptu, kaç kişi kör ya da sağır kaldı ölünün
yanında lafı edilmez hiç.
Beklerken internette köşe yazıları arasında geziniyorum,
Cizre’den bildiriyor birisi. Binaların bodrum katında yaralıların olduğunu,
dışarı çıktıkları anda keskin nişancılar tarafından vurulduklarını söylüyor. 16
yaşındaki bir çocuk, Abdullah Gün, teslim olmak için çıktığında vurulmuş.
Bu yazarın iddia ettiğine göre günlerdir gündemi meşgul eden
şu bodrumdaki yaralıları alamayan ambulans konusunda, alay eder gibi 600m kadar
mesafeye yanaşıp, “gelin, tüm sağlık imkanlarınız sağlandı” diyorlarmış. Çıkanın
vurulduğu, içerideki ağır yaralıların zaten kalkıp gelemeyeceğini bile bile.
Bodrumdan, artık nasıl haberleşiyorlarsa, bildiren bir adam,
“yanımda 13 yaşında, ağır yaralı bir kız çocuğu var, baba beni bırakma diyor,
kahroluyorum” diyor telefonda.
13 yaşında terörist mi olur?
Berkin Elvan gibidir herhalde, cebinde metal bilye taşıyor
olabilir.
Ben Meksika soslu tavuk butumu bekliyorum, servis biraz
yavaş. Okudukça içim burkuluyor. Şarkı da ağzıma takıldı, kurtulamıyorum, “iki
deli bir araya gelmemeliydik, belki de bu kadar sevmemeliydik, iyi kötü
atıyordu kalp, işi biliyordu, dinlemeliydik...”
Ankara’da onca kişiyi öldüren canlı bomba birkaç yıl önce
mülteci olarak ülkemize sığınmış. Kimbilir kaç teröristi kamplarda ağırladık,
kendi ellerimizle besledik? İnsan düşünmeden edemiyor. Sonra Aylan Kurdi’nin
fotoğrafı geliyor gözlerimin önüne. Bu gece Ankara’ya gideceğiz, araba
kullanacağım, bir yaşında oğlum var benim, akşam iş çıkışında biraz uyumam
lazım, uykumu almalıyım.
Yazarın söylediğine göre güvenlik güçleri, bodrumdaki
yaralıları yakarak öldürmüş. 11 Şubat tarihinde hastaneye 31 yanık ceset
götürülmüş, cesetlerin bir kısmı paramparçaymış.
Sonunda Meksika soslu tavuğum geldi. Aman allahım! Bu ne acı
bir şey! Resmen kavruluyorum.
Başbakan televizyonlarda “Cizre sokakları emniyet ve huzura
kavuştu” diyor. Internetteki yazara göre devlet tarafından sürülmüş, hükümete
göre PKK’ya destek olmamak için evlerini terketmiş insanlar, tüm maddi
kayıpları karşılanacakmış.
Yazar “Silahlı Çatışmanın Sürdüğü İllerde Çocukların Durumu”
isimli bir rapordan bahsediyor. 26 Temmuz – 31 Aralık tarihleri arasında “o
bölgede” en büyüğü 18 yaşında olan en az 58 çocuk hayatını kaybetmiş. Birleşmiş
Milletler anlaşması gereği devlet, silahlı çatışmalardan etkilenen çocuklara
koruma ve bakım sağlamak zorunda imiş.
Düşünüyorum, buradan, sahiden de tam Cihangir’de oturup
viskisini yudumlayan adam pozisyonundan bakınca “devlet ne yapsın?” diye
düşünüyor insan. Terörist halkın arasına sızmış. Bir şekilde savaşıyorsun,
kurunun yanında yaş da yanıyor.
Ankara meydanında yandığı gibi, Cizre’de bir bodrum katında
yandığı gibi. Yanıyor.
Peki ben üzülüyor muyum? Sahiden bilemiyorum. İşe dönmem,
bir rapor yetiştirmem lazım. Çok önemli.
En son 17 Ağustos depreminde hissetmiştim bu duyguyu. Bizim
için en sağlam referans noktası “yer”dir. Biz hareket ederiz. Yer sabittir.
Depremde, yaşamımı üzerine kurduğum o yerin ayaklarımın altından oynadığını
hissedince boşluğa düşer gibi olmuştum. Şimdi buradan Cizre’ye doğru bakınca
aynı düşüşü hissediyorum. İnsan bir yere bakınca bir şey görür değil mi?
Gerçeği görür. En temel referans noktamızdır bu gerçek.
Ben Cizre’ye doğru bakıyorum ve hiç bir şey göremiyorum. İki
farklı kaynak aynı olayı bambaşka şekilde sunuyor bana. Hangisine inanayım?
Yemeğim bitti. Ağzım yanıyor. Tam şu anda ülkemin bir
yerlerinde bir asker yola döşenen bombayla havaya uçmuş olabilir. Başka bir
yerde 13 yaşında bir çocuk bodrum katına hapsolmuş, bina üzerine yıkılmış
olabilir.
Ateş düştüğü yeri yakıyor. Benimse çok işim var. Çok acelem
var.